23 Aralık 2012 Pazar

Piç: Versiyon 2

Kırmak isterdim seni, paramparça, tuzla buz etmek. Hissetmeyen kalbini sökmek istedim yerinden. Vurmak istedim sana tüm gücümle, bağırmak. Ağza alınmayacak küfürler ettim sana. Haykırdım nefretimi. Acıtmak istedim canını tıpkı senin bana yaptığın gibi. Olmadı ki. Bana ve kalbime verdiğin zararı hiçbir darp sana veremezdi. "En iyisi unutmak" dedim. Sildim seni. Nefret ettim her hücrenden. Varlığından yokluğundan haberim yok. Öldün mü, kaldın mı bilmiyorum. Yakında gideceğim beni hiçbir zaman bulamayacağın, bana asla ulaşamayacağın bir yere. Senden uzağa, en uzağa. Çocukluğumdaki en kötü anılar sensin. Bana acı, üzüntü, kederden başka ne verdin bir düşün? Aramızdaki son iki bağ da 4 sene önce koptu. Sokakta görsem seni tanımam. Tanısam da yüzüne tükürmekten başka birşey yapmam o da ayrı mesele. Hiç unutmuyorum bana alman gereken siyah peluş tüylü siyah kabanı. Mağazaya girmeden önce cüzdanını arabadaki koltuğunun altına atmıştın. İçeri girdiğimizde cüzdanın çalınmış gibi yapmış ve paran olduğu halde bana almamıştın o kabanı. Gözlerim dolu dolu ufacık bir kız çocuğuyken arabana binmiştim. O cüzdanı koltuğun altından alıp cebine koyduğunu görmedim sanma pislik. Sesimi çıkarmamıştım çünkü içeride "söz" verdiğin gibi alacağını düşünmüştüm sonradan. Hiç almadın. Sen hiçbir zaman hiçbir sözünü tutmadın ki. Pisliksin, pislik. Adamım diye gezersin ortada. İşine gelince delikanlı, işine gelmeyince kaypak bir piç haline gelirsin. Bu ve bunun gibi yüzlerce, hatta binlerce yaşanmış şey anlatabilirim. Hepsini bana yaşattığın, beni bugün bu kadar güçlü bir insan haline getirdiğin ve senin gerçek iğrenç yüzünü görmemi sağladığın için teşekkür ederim pislik.

zaman

uzun zamandır konuşmadık. 
buna alışmaya çalışıyorum. 
bir daha şansımız yok. 
kapılar kapandı.
sen kapattın hep.
zorlamayı kestim sonunda.
vurdum kilidi,
kaldın içeride.
hapis sonsuza dek.
en derinlerde,
karanlıkta,
soğukta.
yalnız,
mutsuz,
elinde kalbinle öylece.

hoşçakallara merhaba deme zamanı

senden artık nefret edemem. seni artık sadece özleyeceğim. hoşçakallar ile merhabaların artık bir anlamı kalmadı. karşılaşmalar artık imkansız. böyle olması gerekmiş demek ki. her yolu denemiş olsan da bitmiş zamanın. seni artık sadece özleyebileceğim. nefret edemeyeceğim. artık deneyemeyeceğim. karşılaşırız belki diye sahilde dolaşırken etrafıma bakınmayacağım. gözyaşlarım elbet dinecek. dünyanın döngüsü bu. hoşçakallara merhaba deme zamanı geldi... daha kaç tane hoşçakala merhaba diyeceğim bilmiyorum. bana verdiğin tüm sevgi, nefret için teşekkürler. rahat uyu güzel arkadaşım, hatırımda hep hatırladığım gibi kal.

30 Kasım 2012 Cuma

...

İçim ezildi bugün. Kıyısından köşesinden denizi gören köhne, camları buğulanmış bir meyhanede seni düşünmek istedim bu gece. Yüksek binaların gölgeleri bizi ezerken unutuyoruz birbirimizi. Elimde rakım, önümde mezem. Yanacaksam ben yanacağım ikimizin yerine. İçim ezildi bu gece. Anlamsız bir sızı, bir hüzün. Geçmişimi özledim. Senden çok kendimi özledim aslına bakarsan. Güzelliğimi, gençliğimi. En çok da ruhumu özledim. İçim ezildi bu gece. İçimin ne kadar boş olduğunu anladım. Yankılanıyordu en ufacık his bile içimde gümbür gümbür. Titriyordu tüm benliğim. Anlamlar aramaya başladım yine şarkılarda, harflerde, fotoğraflarda, camdan süzülen yağmur damlacıklarında bile. Ne kadar özledim, ne kadar sevdalandım. Gözlerim doldu doldu boşaldı bu yağmurlu gece, benim gibi insanlarla dolu bu küçük meyhanede. Bu muydu ki hayat... Bu muydu ki çocukken bize vaat edilen hayaller... Keşke hep çocuk kalsaydım.


-meğer bu yazıyı yazdığım gün (30.11.2012) lise yıllarımdaki en yakın arkadaşım vefat etmiş, haberim 3 gün sonrasında oldu...içimin neden ezildiği belli oldu, sebepsiz yere değilmiş.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Sevmek


Elini tutmak istedim
Sadece elini tutmak
Bakmasını istedim yeniden
O küçük kafedeki bar taburelerinde otururken baktığı gibi
Meraklı, umutlu, mutlu

Times Square Meydanı'nda sırılsıklam sevmek
New York'ta aşık olmak istedim ona
Sevmek istedim, sadece sevmek.
Görmediği yerleri gezmek,
Yaşamadığımız şeyleri yaşamak.
Los Angeles'ta sırılsıklam sevmek,
Melekler Şehri'nde sırılsıklam aşık olmak istedim ona tekrardan
Sahillerde dalgaları dinlemek,
Geçmişimi, geçmişini yaşamak.
Sevmek istedim, sadece sevmek
Sevmek istedim ilk ve son defa
Yüzüm göğsündeki deniz kabuklu kolyeye değsin istedim
Kalbimi vermek istedim ilk ve son defa
Sadece onu sevmek istedim, sadece.

23 Kasım 2012 Cuma

Acı


Üzerindeki tozu alınca altındaki pisliği gördüm. Eşeledim.
Kazıdıkça daha çoğu. Daha baş döndürücü, mide bulandırıcısı çıkıyordu. 
Ruhunun en en derinliklerinden pis, iğrenç, çürük bir koku geliyordu. Nefret ettim.
Tahmin edebileceğimden çok daha kötüydün. Tırnaklarımın arasına doldu pisliğin siyah çamur gibi. Kendimden de iğrendim.

Koşar adımlarla kendimi banyoya kilitledim. Küveti doldurup içine girdim. Ayaklarımı fayansların en yüksekte olanlarına uzanmaya çalışıyormuşcasına duvara dayadıkça kafam suyun içine gömüldü. Suyun içinde açtım gözlerimi. Tuttuğum nefesi çığlıklarla bırakıverdim oracıkta. Suyun beynime kadar girip senin bende bıraktığın pisliği temizlemesini istedim. N'aptıysam olmadı. Suyun içinde çabalar gibi olduktan sonra tuvalete anca yetişip kustum.

Uyuşmuş gibiydim. Başka bir şeyler hissetmek istedim sana karşı. Olmadı. Defalarca gözlerimi açıp kapattım. Denedim, denedim. Olmadı. Lanet olsun ki olmuyordu, yapamıyordum bir türlü.

Aynada kendi yansımamla kavga ettim. Bağırıp çağırdım, biraz da küfrettim. Hala iğreniyordum senden. Beynimden, zihnimden, tüm benliğimden de nefret ediyordum.

Seni ben yaratmıştım çünkü. Hiçbir halt olmamana rağmen, karakterden yoksun, çirkin, sevimsiz, aşağılık olmana rağmen ben seni kendime lanet olasıca bir ilah ilan etmiştim. Sen sadece kurduğum tüm saçma hayaller için kullandığım bir kuklaymışsın, farketmemişim bile. Kendimi, kendi uydurdurduğum yalanlara o kadar kaptırmışım ki belli bir çizgiden sonra gerçek ile hayal arasındaki farkı ayırt edemez olmuşum, pes doğrusu! Gerçeğin ortaya çıkması ne denli aptal olduğumu gösterdi bana. Hem de kocaman bir aptal. Bir de "acaba yanlış mı yapıyorum?" şeklinde sorular soruyordum kendime... Hah!

14 Kasım 2012 Çarşamba

Bilmiş

Az şey bilirken ne kadar da mutluydum. Umutluydum. Öğrendikçe söndü hayallerimin havası, çabalarım her geçen gün biraz daha soldu. Umut kelimesinden bahsedenlerle dalga geçer hale geldim. Oysa bir zamanalar dövmesini bile yaptırmıştım. Çok bilmek iyi değil. Ağaçların gövdelerine sürülen kirecin böceklerin tırmanışlarını engellemesi gibi bilmek de benim umutlarımın tırmanışlarını engelledi - kökünü kuruttu. Evet itiraf ediyorum, başkaları benimle aynı olan hayallerinin, umutlarının peşinden koşunca kıskanıyorum. Hele ki başardıklarını gördükçe... "Ben daha iyisini yapardım!" diyorum bir anlığına can havliyle. Sonra anlıyorum ki benden daha iyisini yapamadığını düşündüklerim benim hiçbir zaman yapamadığımı zaten yapmış. Açılan kapılardan içeriye sadece gözünün ucu ile bakıp korkar ve kaçarsan işte sonra en ufak şeyde bile canın acır. İçine taş gibi oturur yaşamadıkların, başaramadıkların, kaybeden oldukların. Bazen bir fotoğrafta, bazen bir anıda, bazen tanıdık bir suratta, bazen sıradan bir mekanda...


30 Ekim 2012 Salı

Yara Kabukları

"Sevdiğin birini kaybettikten sonra ilk gecedir en zor olanı" derler hep. Koskoca lanet olasıca bir yalandır bu. İlk gece anlayamazsın ne olup bittiğini, neyin kalıp neyin gittiğini. Beklersin uyuyup uyandığında herşeyin boktan bir kabus olduğunu farkedeceğin anı. Defalarca "Uyan, hadi artık uyan bu lanet kabustan" dersin kendi kendine. Faydası olmaz. Uyuyup uyandığında, o ilk geceyi atlattığında farkedersin gerçekleri. Daha da acı çekersin işte o zaman. Duvarlar üzerine gelir, ağlarsın ama en çaresiz anındasındır, hiçbirşey yapamazsın.  Yatağının kenarında yamuk duran terliklerine uzun uzun bakarsın çünkü bilirsin ki bıraktığı, dokunduğu son şey onlardır. Hayatının sonuna kadar o terliklerin duruşunu zihninden silemezsin, her gece yatağa yatarken onun bıraktığı gibi bırakmamaya özen gösterirsin. 



Ayağında açılan yara ile denize girdiğinde çektiğin acının birleşimi gibidir zaman ve gidenin bıraktığı acı. O yara hep açılır ve öyle beter bir şeydir ki hep acır kahrolası. Ayakkabı giydiğinde, çıplak ayakla dolaştığında, denize girdiğinde, rüzgar dahi oraya estiğinde vesaire vesaire... Kaybettiklerinin acısı da hep açılır, aslında hep açıktır. Arada bir kabuk bağlar gibi olur, ansızın koparıverirsin o kabuğu bok varmış gibi. Çocukken mazoşist içgüdülerle yaptığın bu hareketi büyüdüğünde bu şekilde yapıverirsin. Yine kanar, hep kanar. Haber olduğu tüm gazeteleri toplarsın, tutarsın hepsini siyah bir valizde. Açmaya hep korkarsın ama bilirsin ki onun son veda mektubu gibidir o küpürler. "Belki birgün bu halini bile özlerim" düşüncesiyle atmaya kıyamazsın. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap hep aklına gelir o giden. Gitmeden önce o kadar aklına bile gelmediğini düşünüp ağlarsın. Acır, hep acır o yara. Ta ki biri de seni özleyene dek, sıra sana gelene - giden sen olana dek öylece kalır o yara. Açık, sancılı.

27 Ekim 2012 Cumartesi

...


O gece teknedeydim yine. Uzun geceler boyu. Bekledim. Aradım. Islandım, üşüdüm. Ağladım - seslendim. Sonunda onu çekip aldım sudan. Yanaştırdım tekneyi kıyıdaki gizli sığınağıma. Onu koydum ellerimle yaptığım camdan fanusa. Çizik attım kuyruğuna kaçamasın, yüzemesin diye. Ağladı. Sevdim çok, güzel kız... Güzel kız. Konuşmamı sevdi, dinledi. Masallar anlattım, uyudu. Çok uzun süre yüzüme dahi bakmadı. Konuşmadı hiç - hep sustu.

"Sevdim seni, saçının yüzünde gezinişini, kazağının omuzundan sıyrılıp düşüşünü... Acı çekmiş olsam da, alıştım... Sevdim seni..." diye şarkılar mırıldandı. Ağladım sessizce. Bu bencilliği nasıl yaparım diye. Seviyordum. Saplantılı şekilde belki de ama önemi var mıydı ki nasıl sevdiğimin? Saçlarını taradım her gece uzun uzun... Ne kadar sevdiğimi anlatan masallar uydurdum uzun uzun. İnci kadar beyaz tenini sevdim her dakika. Sevdi o da beni. Aşkların en büyüğünü yaşıyorduk işte. Şarkılar söyledi, büyüledi beni. İyileşmişti kuyruğu da zamanla yine de gitmiyordu, bırakmıyordu beni.


Hayatımda iki aşkım vardı biri deniz, biri o. Suyun içinde uyudum onunla her gece. Sarıldım. Sevdim. Vücudumun sudan gördüğü zarar umrumda bile değildi. Eriyordum sanki günden güne. Korkuyordum. Yine de vazgeçemiyordum Tanrım nasıl bir bağımlılıktı bu! Okşuyordu saçlarımı her gece. Öpüyordu beni uyurken bile. Bir sabah uyandım acı içinde "Götür beni senin dünyana" diyebildim sadece. Önce korktu. Beni sürükleyerek denize çekti. Kumların üzerine yatırdı beni, soğuk denizin dalgaları tenime değdikçe canımı acıtıyor, yaralarımı iyileşiyordu. Acılarımı boğdum birer birer. Beni soracak, bekleyecek kimse yoktu, gitmeye karar verdim. En derinlere, kalmak için sonsuza dek onunla. Benim de birgün yüzgeçlerimin çıkması umuduyla...


Çok basit bir formül


Bir yeteneği olan mı, hiç yeteneği olmayan mı, yoksa pek çok yeteneği olup da hiçbirini değerlendiremeyen biri mi daha başarılıdır? Onu bunu bilmem ama ben pek çok yeteneği olup da hiçbirini değerlendiremeyen beceriksizin tekiyim. Talihim hayatım boyunca hep enseme tokat attı (ardından n'aptığını yazmama gerek yok sanırım). Yeteneklerimi değerlendirememiş olmam ise tabii ki benim 'yeteneğim'.

Madem 'her şey çok basit bir formülden ibaret' neden olmuyor arkadaşım? Biri de çıkıp 'Pozitif düşündüm, kafamı hiç kötü şeyler düşünmeye yormadım, mutlu olduğumu söyledim ama anasını avradını ki bir bok değişmedi hayatımda ibneler hani verdiğiniz sözler (!)' demiyor ki! Neden hep zaten anadan babadan / sülaleden zengin insanlar hakkında başarı öyküleri yazılıp çizilir? 

Neden sokakta yaşayan bir evsiz alınıp söz konusu 'basit formül' öğretilerek başarılı olması sağlanmaz? Çünkü yok öyle bi'şey arkadaşım. Hepsi külliyen yalan. Benim elimde zaten param varsa ve ben o parama para katmayı başarıyorsam sıradan bi'şeydir bu - nesi olağanüstü anlayamıyorum. O paramı değerlendiremeyip göt gibi açıkta kalırsam bir sorun var ve muhtemelen gerizekalıyımdır demektir zaten. Sen önce hayatın en derin bok çukurlarında gezen birini çekip al onun hayatını değiştir, sonra gel beni ikna et tamam mı? Ondan sonra bak söz, yazıp çizdiğiniz her boktan 'başarı' kitabını alacağım. Haydi eyvallah.

İşte böyle bi'şey

Neden çaldı zaman seni benden
Beni benden...
Nasıl bi'şey
Garip.
Gidilince açılmayan kapılar
Kapılar ardında duvarlar
Soğuk, sessiz.
Buz keser her yanım
Ne hissedeceğimi bile bilemem
Donakalırım öylece
Burnunun direğinin sızlaması nasıl bi'şey bilir misin?
Tarif et desen de zor...
Bilmezdim onun gerçek fiziksel bir olay olduğunu
Ta ki görene dek o tahtaları, mermerleri.
Kalbine çakılan binlerce çivi
Camlar ve kağıtlarla atılan kesikler gibi.
O sızı burnunun ta en uç noktasına vurur
İşte böyle bi'şey
İşte böyle bi'şey senin benden gitmen.

21 Ekim 2012 Pazar

Eylül




Seneler önceydi ilk gördüğümde. Başkasını görmedi gözüm, içim titremedi başka kimseye. Onun gibi kimse kokmadı bana. Üfledi aşkını ciğerlerimin ta derinlerine, sigara dumanı misali içime işledi. Bıraktı tüm lanetlerini geride. "İncinme, ürkme" dedi. Hafif gülümseyen dudaklarımın sağ köşesinden öptü beni bir otobüs durağında, bir yaz gününün alnında. Suskundum, sessizdim. İçimdeki çocuk kırlarda çayırlarda koşmaya, elinden kaçırdığı balonlarını birer birer yakalamaya başladı yeniden. Çiçeklerim tomurcuklandı. Ölü toprağı serpmişler gibiydi kalbim ondan önce. Bir insanı bırak, hiçbirşeyi sevemiyordu. Yalanlarla dolu dünyada en çok kırılan, en çok yalan söylenen kişi bendim. Çok zordu atlatmak, inanmak. İnan çok zordu. Gittim bi'gün. İnanmıyordum ki ona. "Arkadaşım kal lütfen" dedim. "Kalamam" dedi. Sevmemiş ki hiç, işte haklıymışım diye düşündüm. Bir Eylül gecesinde konuştuk aylar sonra. "Bir şans daha vermek ister misin?" diye sordum. "Bir şans vermek değil, bir ömür geçirmek isterim" dedi. 

Artık kimse için güzel konuşmam, güzel görünmem gerekmiyor. 
Sadece 'O' var. Sadece 'Biz' varız.  

15 Ekim 2012 Pazartesi

Üç Harfli Kelimeler

"Sadece biri için diğer tüm kadınlardan vazgeçemem" cümlesi sert bir poyraz gibi o güzel dudaklarından eser esmez yüzüme çarptı. Saçlarımı okşayan o soğukluk içimi titretti, parmaklarım buz kesti. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi, ne halt edeceğimi bilemeden öylece kalakaldım gül kokan güzel Fransız restaurantında. Gözlerimi dahi kırpamıyordum ama yaşların taşmak için birbirlerini itip kakmalarını görebiliyordum. Elimdeki dibi kalmış şarap kadehi gittikçe ağırlaşmaya başladı. İki parmağımın arasındaki sigaramın ateşi gittikçe tenime yaklaşıyordu. Gözlerim iyice doldu fakat damlalar iri gözlerimin balkonundan bir türlü atlayamıyordu. "Hoşçakal" dedi ve masaya o güzel lacivert keten pantolonundan çıkardığı hesap parasını bırakıp kalkıp gitti. Gelecekteki çocuklarımızı, bahçeli evimizi, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, sevişmelerimizi de yanında götürdü giderken. Geleceğimin sağlam adımlarla uzaklaşmasını izledim gözümün ucuyla. 

"PİÇ!" diye bağırmak istedim arkasından küfretmek - ama donmuştum. Bedenimdeki her bir sinir ucu kısa devre yapmış da elektrik iletemiyor gibiydi. Masaya bir balyozla vurulmuş gibi gelen ses ile irkilerek elimdeki şarabı düşürüp, refleks gibi yapılmış tek bir hareketle sigaramı söndürdüm. Kafamı kaldırdığımda bana "Merhaba" diyen bu sesin çok eskiden tanıdığım birine ait olduğunu farkettim. "İyi misin!?" diye sorup eliyle sol omuzumu hafifçe silkti. Tepkisizce yüzüne bakmaya devam ettim. Onu her ne kadar silüet şeklinde görüyor olsam da, hayret ve endişe dolu bakışlarının  gözlerimden dudaklarıma oradan da vücudumun diğer yerlerine bir yara ararcasına gezindiğini hissedebiliyordum. Kendime geldiğimde iki omuzumdan da tutmuş, gözlerimin içine bakarak beni sarsıyordu. Aniden kendime gelerek "Üzgünüm" diyerek yerimden fırladım ve oradan uzaklaşmaya çalıştım. Arkamdan "Sana da merhaba, ben de seni gördüğüme sevindim, iyiyim, teşekkürler - görüşürüüüz!" şeklinde iğneleyici bir tavırla seslendi. Dönüp bakmadım bile. 

O herif için giydiğim topuklu ayakkabılarımın canımı ne kadar acıttığını farketmeme rağmen  durmadan koşar adımlarla yoluma devam ettim. "Sadece biri için..." dedi - yani ben "Sadece biri" miydim? Ne kadar aşağılayıcı bir kelime! Yemeğe çıktığımız o ilk gece elimi tuttuğunda, birkaç randevu sonrasında ilk kez öpüştüğümüzde, ilerleyen zamanlarda birlikte yaşamaya karar verdiğimizde, gelecek planları yaparken öyle demiyordu ama, piç! Aklın neredeydi! Kendimi bir bok parçası gibi hissediyordum.

Evime girer girmez kapımı kilitleyip müzik setinin kumandasına basar basmaz ağlamaya - hatta böğürmeye başladım diyebilirim. Meraklı yan komşum sağolsun, evde yüksek sesle konuşamazsınız bile, ertesi gün tüm apartman olan bitenden haberdar olur - durum böyle olunca eve girer girmez müzik açmak artık otomatik bir görev halini aldı. En sevdiği plakları, cd'leri ve diğer şeyleri duvara, yere hatta tavana çalarak bir bir parçaladım. Yatakodasına koşarak gardrobu açtım ve en sevdiği gömleklerine mutfakta elime geçen ilk kesici şey olan tavuk makasıyla daldıverdim... Bunların hepsinin gerçek olduğunu söylemeyi çok isterdim ama itiraf ediyorum ki hiçbirini yapamadım. Müziksetini açmak ve ağlamak kısımları dışında hepsi yalandı. Öylece kalakaldım. İlk aşkı onu terkettiği için vikviklenen küçük bir ergen gibi yapabildiğim tek şey hıçkıra hıçkıra ağlamak oldu. Onun lanet olasıca hiçbir eşyasına dokunamıyordum bile! Ev hala onun gibi kokuyordu. Buna alışmam biraz zaman almıştı. İstanbul'da senelerdir yalnız yaşayan bir kadın olarak evdeki erkek esansına alışmak çok zor olmuştu. Birlikte yaşamaya başladıktan bir ay sonra artık esanslarımız birbirine karışmış evin heryeri "biz" gibi kokmaya başlamıştı. Alışmak bu kadar zorken, vazgeçmek kimbilir ne kadar zor olacaktı... 

"BİZ" mi? Ne kadar boş ve boktan bir kelime. Üç lanet harften oluşan kelimelere ne kadar çok anlam yükleniyor. Nedir yani bu "biz" olayı? Bu kelimeyi onun ne kadar az kullandığını farkettim şimdi. Ben harbiden enayiymişim, iddia ediyorum beni daha iyi bir kelime tanımlayamaz! O hep "BEN" derdi. Ne kadar da körmüşüm neredeyse bir senedir. Ne kadar aşıkmışım. AHA! Aptal 3 harfli ve boş kelimelerden biri daha: AŞK. Şimdi düşünmeye başladım da bu kelime türetme olayını daha da ileri götürebilirim. Şuan BOK kelimesi şu "A" ile başlayan kelimeden çok daha fazla anlam yüklü... Ama benim onu hatırlarken en fazla kullanacağım ve en çok seveceğim üç harfli kelime "PİÇ" olacak. 

Arabesk

Birinin yazgısı nasıl yazıldıysa gerçekten öyle mi gider? Peki eğer zaten öyle gidecekse insanlar neden sürekli çabalar? Yazgı denilen şeyin tek bir çizgiden ibaret olduğunu düşünmüyorum. Hatta her olay, her kişi, her an farklı çizgiler yaratıyor insanların hayatlarında ve bir şekilde bizler farklı yollara yöneliyoruz.


Evet evet, hayatın içinde anlam aramaya başlıyorum sanırım. Benim de derinlerde bir yerlerde arabesk damarım olsa gerek. Sadece bu değil tabii ki - etrafımda o kadar iğrenç, o kadar boktan olaylar oluyor ki beni inatla bu yola itiyor. Fakat farkettim ki bu olayları yaratan hep aynı insanlar. Sadece sinir harbi, üzüntü ve mutsuzluk yaratıyorlar. 

Ruhları pislenmiş, kalpleri ağ tutmuş. Karşısındaki insanın çabasını, arzusunu ve değerini hiçe sayarak ona bir parça bokmuşcasına davranıyorlar. Sen kimsin ulan! Kafanı kaldırıp yukarıya bir bak. O gökleri sen mi yarattın, piç! O halde nedir bu tavrın, duruşun, olayın? Neyin kafasını yaşıyorsun? 

O taşıdığın canı da sana Allah verdi - karşında ezmeye çalıştığın, incittiğin hatta ağlattığın küçük kızın da canını 'O' verdi. Senin ne haddine Allah'ın bir kuluna eziyet etmek! E hadi, etrafta "biz dindarız" maskelerinizle geziyorsunuz ya, buna da cevap ver bakalım. Herşey sadece namaz kılmak veya her iki kelimenden birinin "Allah" olması ile olmuyor, sen önce 'O'na yaraşır bir insan ol, 'O'nun adını ağzına almadan önce bir düşün bakalım gerçekten 'O'nun adını ağzına almayı hakediyor musun! Önce kendine, sonra diğer insanlara sahip çıkacak, onları kollayacaksın. Kendine bile zarar vermen yasaklanmış ki Allah'ın bir başka kuluna bunları nasıl yapabilirsin! Ama sen de haklısın be hem de çok haklı... Senin gibiler olmasa Cehennem'de yakılacak o kadar odun nereden bulacak..!

11 Ekim 2012 Perşembe

Belki

Sesin güzel geliyordu telefonun diğer ucundan. Arayabileceğin onca kişi içinden beni aradın saçma sapan o soruyu sormak için. Sesin artık bana güzel değildi, farkettim - artık başkasına aitti. Kopartmışsın bizi birarada tutan o bağı ta kökünden. O güzel ellerin acımıştır kesin o kökleri kopartırken. Emin olmak için aradın beni biliyorum, bahaneydi sadece. Bittiğinden emin olmak istedin, artık kalbini rahatça onun ellerine bırakabilmek için. Kendini sınadın belki de. Belki de "Bitti" mesajı vermek istedin.

Bu ve bunun gibi sayısız teori üretebilirim çünkü hala benim şiirlerime ve kötü olduklarını bilsen bile hep ama hep sevdiğini söylediğin küçük öykülerime konu olan adam sensin. Hiç denemiş miydik ki biz - hatırlamıyorum bile. Korkularıma sarılıp seni itmiştim kendimden uzağa - onu hatırlıyorum. O yosun gözlü kızın hiçbir suçu yok... Hakettin sen onun gibi güzelini. Deniz kokuyordur kesin...

Sesimi hiç çıkartmadım o yokken, benim de kimsem yokken çünkü korktum yıkmaktan. Birgün seni arayayıp da yanıtsız kalmaktan. Attım içime sessizliğimde boğdum o aşkı. Üzerinde ellerimle bastırırken gıkı bile çıkmadı, bıraktı kendini öylece az çırpındıktan sonra ama hiç karşı koymadı. Elinin sıkı sıkıya tutunduğu bileklerimden yavaşça kayıp yere vuruşunu izledim. Dokundum sonra - buz gibiydi. Yüklenip gömdüm arka bahçeye. Ağladım başucunda gözyaşlarım olmadan. Birikti hepsi bulutlarda ben dayandım ama onlar dayanamadılar. Bıraktı kendini, heryeri sel aldı. Kükredi acısından. Korktum. Yoktun ama sen artık. Düşünüp kaçabileceğim bir 'sen' yoktu. Çalıntı görüntülerle sürdürebilir miydik ki hayatımızı? Sahte cümleler, hayal dokunuşlar, aptal yalan gülüşler ve hiç gerçekleşmemiş öpüşmeler. Çaktın çakmağı yalan anılarımızın ucuna - tutuştu. Zeytinağacı misali içten içe, alev alev.

Hani demiştin ya gördüğün bir rüyanın ertesinde "Konuşmuyorduk ama ayrılıyorduk. Terkediyordun beni bir şekilde biliyordum, tutmak istiyordum fakat tutamıyordum...". Halbuki biz sadece rüyalarda aşık olmuş, rüyalarda buluşmuştuk. Karşı koyan bir aşk lazımdı bana - benimle savaşan. Kendi kendime ayna karşısında bana kavga ettirten. Elveda saçlarının nasıl koktuğunu hiç bilmeyeceğim, karşılıklı ama platonik aşk yaşadığım sevgilim. Arada bir buluşuyorum hala seninle rüyalarda. O hep konuştuğumuz fakat bir türlü içemediğimiz - içmeye cesaret edemediğimiz kahvemizi ısmarlıyordun bana. Kaos içinde bir kafede oturuyordum, yalnız başıma. Kaldırıma yanaşıp "Bayana da bir kahve" deyip uzaklaştın usulca. Yüzünde kırgın, üzgün, biraz yıkık bir ifadeyle. Tek kelime edemedim. Yapabildiğim tek şey sadece kalbimin bandosunu dinlemekti. Ardından bakakaldım - sessiz, kıvranırcasına.

Plastik


Ne kadar güzelsin, tıpkı plastik gibi
Ne kadar bulaştırsam sökmesi o kadar zorlaşan ama yine de eğlenceli
Çocukluğumun çarpık-kırık-eksik parçalarını bşrarada tutan uhu gibisin
Yalan mıydı ki düğmene her basışımda tekrarladığın güzel sözler ?
Bunu düşünmemi bile garipser gibisin bilirim,
Her yaptığım şeyi gariplik içinde güzel ve anlamlı bulduğun gibi.
Dumanı içime çektiğimde ciğerlerime çöküşü gibi kasvetli seni düşünmek
Sonunda bıraktım oyunu da,
Çocukluğumu da.

Kış


Kışlardan nefret ediyorum. Sessiz, karanlık ve soğuk. İnsanların duyguları da katkat giyindikleri yünlü kıyafetlerden belli belirsiz olur - soğuk ve donuk. Gece ile sabah arasında hiç fark olmaz. Gece yat karanlık, sabah uyan yine karanlık - puslu ve sessiz. Yazın geç saatlere kadar cıvıldaşan çocukların ağızlarına fermuar çekilmiş gibi hepsi sessiz, hatta hepsi kayıp. Sokaklara tekrar çıksınlar diye duvarlara ilanlar asmak isterim hep. Salıncaklar rüzgarlara aldanıp boş boş sallanır. Çocukların minik ayaklarının bastığı yerlerde kar ve yağmur koşturur. Kış o kadar uzundur ki yazın o parkta oynayan bazı çocuklar kış bittiğinde ve çiçekler tomurcuklanmaya başladığında bir daha o parka gitmek istemeyecektir çünkü o koskoca bitmek bilmeyen kış onları büyütecektir...



Godoman


Siyah balina arabalarındaki parlak kol düğmeli godoman adamların hepsi neden mahkeme duvarı suratlı olmak zorunda(!) İstanbul'un yarısından fazlasının her sabah döküldüğü trafiğin içinde ben de onları incelemeyi kendime görev edindim. Hani tamam, pozisyonları gereği çalıştıkları şirketlerin koridorlarını belki o suratları ve sert adımları ile dolaşmaları yüklenmiş oldukları birer misyon olabilir. Hatta kendi aralarında iş çıkışlarında 'Fight Club' gibi bir grup kurmuş ve orada en kızgın ifadeyi kim yapıyor yarışmaları dahi düzenliyor olabilirler fakat o güzelim arabaları kullanırken o surat niye? Kimse bakmadığında sizlerin de o güzel arabalarda burnunuzu karıştırdığınızı, evde donunuzla oturup göbeğinizi kaşırken televizyon izlemenin sizin için inanılmaz keyif verici olduğunu, sağınızdan-solunuzdan-önünüzden-arkanızdan hatta ve hatta tepenizden geçen her hatunun kalçasına kendinizi illaki bakmak zorunda hissettiğinizi hepimiz biliyoruz - adam olun ulan!